Öyle “çocukluğum köyde geçti” diye başlayacak bir paragrafım yok zira annemle babam 78'de benim doğumumla birlikte büyük şehre gelmişler hem de başkente.
“Eksik eldivenli çocukluğumun şehri” dediğim (bu da ayrı bir hikaye) Ankara’ya...
Her yaz yalnızca 20 gün ya da bir bir ay kaldığımız halde, bir yıla yetecek kadar anı biriktirme imkanım da olurdu. Çünkü tahmin edersiniz ki çocukluğumuzu doyasıya yaşadığımız dönemlerdi o zamanlar.
Vakit dolup şehrimize döndüğümüzde ise köyde kalanları orada pek çok imkândan yoksun kaldıkları için şanssız, kendimi de fevkalade şanslı bulurdum. Malum o yıllar henüz gıdaların genetiğiyle oynanmamış şehrin sokakları bilhassa çocuklar için bu denli tehlikeli değil ve boğucu kalabalıklar da yok şehirde, yani o zamanlar şehirde yaşama henüz bir şanssızlık olarak değil aksine şans olarak görülüyordu belki de herkesçe...
Neyse döndüğümde okul açılır açılmaz kimi arkadaşlarım Göcek, Didim, Akçay tatillerini, yazlık evlerini ve yaz akşamlarını anlatırken ben de doğrusu biraz utana sıkıla dedemin bizim için dut ağacına astığı hamaktan, köydeki arkadaşlarımla oynağım “beş taş ve kırk taş”tan, yukarı mahallelerin yol kenarlarından topladığımız böğürtlenlerden, doktor olma hayalimle karıncaları ameliyat ettiğimden, çekirgelerin boynuna ip takıp gezdirdiğimden(ki aklım erince gördüğüm her çekirgeden özür diledim) o çok eğlenceli çay alım yeri maceralarımızdan, köy düğünlerinden, sincap gibi tırmandığımız meyve ağaçlarından, dedemin biz daha gitmeden hazır ettiği kara lastikten, mısırdan yaptığımız hatta püskülden olan saçlarını taradığım bebekten bahset ederdim, bir de bol taşlı dere ve deniz maceralarımdan.
O gün bi parça utansam da şuan ne denli değerli olduğunu anladım, yaşadıklarımın. Bana yaz günlüklerini anlatan arkadaşlarımın karşısında hissettiğim çocuksu utanç elbette yıllar içinde yerini ne kadar şanslı bir çocukluk dönemi geçirdiğim ve memleketimin hayran olunası bir coğrafya olduğu düşüncesine bıraktı.
Neyse ki yıllar sonra her ikisini de yaşama imkanı bulunca her mekanın ve yaşantının kendine has bir güzelliğin olduğunu anladım.
Zaman zaman gitsek de “Orda bir köy vardı uzakta o köy bizim köyümüzdü” tıpkı o güzel çocuk şarkısındaki gibi...

Son yıllarda altını çizerek anladığım başka bir şey daha oldu. Nedense hepimizde bir başa, doğallığa, geçmişe, dijital olmayan dönemlere, toprağa dönme arzusu var. Muhteşem sandığımız şehir bizi fena halde yordu çünkü. Çoğumuz balkonlarımızda apartman önlerimizde, şehirlerden uzak yerlerde edindiğimiz birkaç metrekare arazilerde köy hayatını yaşamak istiyoruz. Bu bize çok iyi geliyor. Yediğimiz içtiğimiz hiçbir şeyin artık tadı kalmayınca köylü pazarlarına,internet üzerinden doğal olan ürünlere ve marketlerdeki dünya kadar para ile satılan organik ürünlere yöneldik.
Toprağın ve doğayla baş başa olmanın değerini hatta bunun terapi niteliğinde olduğunu anladık. Pandemi ile birlikte de arabalarımızın bagajına sandalyeyi, masayı koyduk ilk fırsatta doğaya koştuk, zira avm’ler yasaktı...

Bir büyük özlem de sobaya ve serin yaz akşamlarında kimi gün açık havada sahilde, kampta, köyde yaktığımız ateşe oldu. Kim bilir Antik Yunan filozoflarından Herakleitos’un dediği gibi evrenin ana maddesi ateşti. Çünkü ateş hayattı, canlılıktı. Misal soba bizleri sıcaklığıyla bir arada tuttuğu, birbirimize yanaştırdığı için samimiyetti. Hani utanmasak sırf o günlerin içtenliğini bir nebze yakalayabilmek adına kaloriferli evlerimize soba kuracak haldeyiz.
Sosyal medyada zaman zaman karşıma çıkan böyle dizayn edilmiş kafeler var gördüğümde hemen kestanemi ve mandalina kabuklarımı alıp gidesim geliyor.
Hissettiğim odur ki her şeyi yaşadık, tattık, tükettik başa dönme isteği içindeyiz. Arınık bir hayatın, köyün, köylünün, doğalın, katkısızın peşindeyiz.
Özellikle son zamanlarda biraz da esprili kısa videolar çeken ve çeşitli mecralarda bunları paylaşan kişiler köy yaşamını, hayvancılığı ve doğal hayatı övüyorlar ki taktire değer zira bu bizim özümüz, kıymetini en nihayet anladığımız. Ancak bunu anlamak için belki de teknolojinin tam da Sartre’nin dediği gibi bizi bir paket gibi oradan oraya fırlatıp atması gerekiyordu. Varoluşçuluk akımının temsilcisi Sartre “geleceğe” yazdığı mektupta “Ey insanoğlu, her şeyini kaybettin bari özünü kaybetme” der.
Düşünsene bir sabah uyanmışsın her şey manuel. Evde çevirmeli telefonlar, sobanın üstünde mandalina kabukları, kilerde köyden gelen yiyecekler var; mandalina, hurma...
Ne muhteşem!
Günlerden cumartesi, tüm aile aynı odada oturup aynı şeyi izliyor, TV’de “Bir Başka Gece” belki “Perihan Abla” hatırlarsınız siz de benim gibi gülümseyerek...
Şimdi ilk paragrafta yazdığım mevzuya dönerek yazıyı bitirelim hadi;
Kim şanslı biz şehirde olanlar mı?
Yoksa köyde miss gibi havayı soluyup horoz sesiyle uyanıp, doğal ürünlerle beslenenler mi?
Tabii ata tohumlarını koruyabildilerse....
İmkanı olan dönsün köyüne bence, kanımca şehirden pek hayır yok artık kimseye!
Yorum yazarak Hürkuş Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Hürkuş Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Hürkuş Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Hürkuş Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Hürkuş Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Hürkuş Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Hürkuş Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Hürkuş Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Yorumlar
(11)Hasan Karakurt - Mükemmel bir yorumun
Hasan Karakurt - Bu yazıyı okuyunca, doğup büyüdüğüm ve hayat bulduğum köyüme gitmiş gibi , çocukluğumu ve özgürlün ne olduğunu bana hatırlattı.
Şahsenem P. - Ne mutlu, zira okuyana "yolculuk" yaşatmak yazılarımdaki temel amaçlardandır.Vaktinize sağlık...
Gülseren Acar - Merhaba Şahsenem
Yazılarını okudum. Çok güzel bir Türkçe ile,duru bir anlatımın var. Okurken çocukluğum gözümün önünden geçip gitti.
Hepsi birer zenginlik ve ben bu zenginlikler içinde yaşadığım için çok mutluyum.
Yolun açık oldun. Başarılar diliyorum. ?????
Gülseren acar
Şahsenem P. - Teşekkür ederim Gülseren Hanım bu naif yorum için,yazılarımda okuyucunun kendinden satırlara rastlaması fevkalade mutlu ediyor beni,vaktinize sağlık...
Çiğdem Bankoğlu - Önce yazını okudum gözümü kapattım hepimizin bir parçası vardı yazıda derin bir nefes çektim içime hadi köyümüze geri dönelim der gibi oldum fakat senelerce uğraşıp oturtmuş olduğumuz düzeni bırakamıyoruz.ya hiç düşünmeden tası tarağı toplayıp döneceksin yada hasretini çekeceksin geçmiş yıllarının.
Kalemine yüreğine sağlık@şahsenem Parlak?
Şahsenem P. - Şartlar elvermiyor evet ama hiç olmazsa külturu yasatmak sıklıkla gitmek,kıymetini bilmek ve özümüzü unutmamak sanirim elimizden gelen,vaktine saglik cok tesekkur ederim...
Vortepik - Yazı kahvaltı gibi geldi diğer öğün öğlene …
Şahsenem P. - Vaktinize sağlık,teşekkür ederimm
Zuhal Akdoğan - Kalemine sağlık....
Şahsenem P. - TeşekkürlerZuhalciğim her daim vaktine sağlık...
Yazılan yorumlardan Hürkuş Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz. Sitemizin Topluluk Kurallarına uymayan yorumlar yayınlanmaz. Yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Hürkuş Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Hürkuş Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.